Ledün ilminin içinde bir dal daha vardır,
(yada Ledün ilmi ikiye ayrılır)
Bu dalın adı İlmi Kevniye’dir.
İlmi Ledün her Nebiye ve Resule verilmiştir,
fakat İlmi Kevniye her Nebi ve Resul’e verilmemiştir.
Musa a.s. masada oturmuş ashabıyla yemek yemektedir,
Kafasından da bazı sorular geçmektedir:
”Ben sepetin içinde boğulmadan nasıl saraya varabildim?
Ben bir adam öldürdüm bu günah değil mi?
Kayınpederime yardım ettiğimde bir ücret almam gerekmez miydi?”
Masada bulunan biri der ki:
- ”Ya Musa, sen Allah’ın peygamberisin,
dünyada senden daha çok bilen var mı?”
- ”Hayır yok.”
Bu sözün ardından vahiy gelir:
”Musa, git kullarımdan bir kul olan Hızır’ı bul, ondan ilim öğren!”
Musa a.s. Hızır a.s. ile
(Hızır Veli, Musa Resul ve Nebi!)
İlmi Kevniye’yi öğrenmek üzere buluşmuştur
(Ledün ilmine zaten vakıftı).
”Derken kullarımızdan bir kul buldular ki, biz Ona indîmizden
(Hakikatini yaşatan) bir rahmet vermiş
ve yine Onda ledünnümüzden
(Tecelli-i sıfat olarak tahakkuk etme
{mardiye} şuuru) ilim açığa çıkarmıştık.” (18:65)
(Kuran’da anlatılan kıssayı takip edersek Musa A.s. sorularına da cevap bulmuştur).
Kevniye: Aliy Kainat ilmi
26.06.2009
25.06.2009
der 100. Name Allahs
die Legenden über den 100. Namen..
"..Es war das Jahr 1665 und der sucher hatte nur noch 1 jahr, nach der Legende und Erzählungen war das Jahr 1666 das Jahr des Antichrists, und das einzigste was Ihn stoppen könnte, war der Verborgene Name Allah´s.."
"Muhammed A.v.s. Lieste ihnen die 99 Namen laut vor,
und den letzten namen flüßterte Er in den Ohr seines Kamel´s,
und sagte darauf,
Wer diesen Namen findet, wird die wahrheit des Lebens finden.."
der 100. Name Allah´s ist
Al BAHA,
denn der Kamel sagt BAHA.
(Allahu alem)
Bahá arab. hat viele bedeutungen
Herrlichkeit, Ruhm, Glanz, Licht,
Wert, Gegenwert, Schönheit, Elegant, Ehre, Unterhaltung,
die tiefste stelle des Wassers/Meeres, Garten..
Die Rezitation ist sehr einfach und Wohltuend.
11.06.2009
la ilahe illa Huve
“lâ ilâhe illâ hu” Gaybı Mutlak mertebesidir.
Ondan başka hiçbir şeyin olmadığı Ehadiyet makamıdır. Hüvviyeti İlahiyeye işarettir.
“lâ ilâhe illâ ente” Hz. Yunus’un tevhididir.
Her an her yerde Allah’ın varlığını hissedenin ne yana dönse Allah’ı görebilenin tevhididir.
“lâ ilâhe illâ ene” Allahın kendini birlemesidir. Ayrıca Cem makamında bulunanların Hakk’ın lisanından yaptıkları tevhiddir. Hallac-ı Mansur’un ene’l Hakk demesi de bu makamdandır.
Bir gün Gavsü’l-âzâm Abdülkâdîr Geylânî (k.s.)’a sorarlar:
— «Ya Gavs! Tevhîd nedir?»
Yüce velî şu karşılığı verir:
— «Tevhîd, tevhidi terkdir.
Tevhidi, hakîki tevhide ermek için terk etmektir.»
Abdülkâdir Cîylî (k.s.) Gavs’ın bu sözlerini şöyle açıklamış
— «Tevhîdi hakîki bu lisânla anlatılamaz.
Bu bildiğin mantık onu düşünemez.
Bu baş gözleri onu göremez.
İşte tevhîdin esâsı budur.
Bu iş baş gözleriyle değil, gönül gözüyle görmek maksuttur.
Bu vesile ile sâde tevhîdde değil, zikirde dâhi aynı gerçek görünür…
Dediğimizi bilen bilir. Sen de hâkîkat isteklisi bunu böyle bilesin!..»
Hz. Mevlana da diyor ki;
“La ilahe illallah” avamın tevhididir.
Havasın tevhidi “la ilahe illa hüve”dir.
.*.*.*.*.*.*.*.*.*..*.*.*.*.*.*..*.*.*.*..*.*
“Lâ ilâhe illâ hu” mukallitlerin tevhîdi;
Her şeyin O’nun ile var olduğu “ben, sen, O” üçlemesi içeren olanların tevhidi.
O’nunla var olan “ben”, O’nun varlığıyla var olan benim dışındakiler “sen”, O’nun varlığı “O”. Yani “O” ve “ben, sen” şeklinde O’nun var ettikleri…
“Lâ ilâhe illâ ente” âriflerin tevhîdi;
Senin varlığınla var olan “ben” ve dışımda sandıklarımın hakikatı olan “SEN”. Dışımdakileri O’ndan görmekten kurtulup, “SEN” olarak gören, ama “ben”i hala ondan/senden olarak algılatan tevhid. Hala O’ndan/SEN’den de var olsa da O’na/SANA rağmen bir “ben” varlık anlayışı ile oluşan tevhid.
“lâ ilâhe illâ ene” Allah’ın tevhîdi olduğunu söylemiştir.
Sadece “BEN” makamı. Bundan oluşmuş, yaratılmış, “ben, sen, o…” anlayışı yok. Sırf teklik, birlik, tevhid makamı. Herşeyi “BEN” olarak görmek, yaratılmışlık görmemek. Sırf “BEN” makamı. Tüm ikilemlerin yok olduğu makam. Çokluk içinde olduğumuzu sandığımız şu an dahi, herşeye rağmen, herşeyle birlikte, sırf “BEN” makamı. Her şey her an bu tevhidin içindedir.
Yorumsuz Blog'tan alıntılanmıştır..
Ondan başka hiçbir şeyin olmadığı Ehadiyet makamıdır. Hüvviyeti İlahiyeye işarettir.
“lâ ilâhe illâ ente” Hz. Yunus’un tevhididir.
Her an her yerde Allah’ın varlığını hissedenin ne yana dönse Allah’ı görebilenin tevhididir.
“lâ ilâhe illâ ene” Allahın kendini birlemesidir. Ayrıca Cem makamında bulunanların Hakk’ın lisanından yaptıkları tevhiddir. Hallac-ı Mansur’un ene’l Hakk demesi de bu makamdandır.
Bir gün Gavsü’l-âzâm Abdülkâdîr Geylânî (k.s.)’a sorarlar:
— «Ya Gavs! Tevhîd nedir?»
Yüce velî şu karşılığı verir:
— «Tevhîd, tevhidi terkdir.
Tevhidi, hakîki tevhide ermek için terk etmektir.»
Abdülkâdir Cîylî (k.s.) Gavs’ın bu sözlerini şöyle açıklamış
— «Tevhîdi hakîki bu lisânla anlatılamaz.
Bu bildiğin mantık onu düşünemez.
Bu baş gözleri onu göremez.
İşte tevhîdin esâsı budur.
Bu iş baş gözleriyle değil, gönül gözüyle görmek maksuttur.
Bu vesile ile sâde tevhîdde değil, zikirde dâhi aynı gerçek görünür…
Dediğimizi bilen bilir. Sen de hâkîkat isteklisi bunu böyle bilesin!..»
Hz. Mevlana da diyor ki;
“La ilahe illallah” avamın tevhididir.
Havasın tevhidi “la ilahe illa hüve”dir.
.*.*.*.*.*.*.*.*.*..*.*.*.*.*.*..*.*.*.*..*.*
“Lâ ilâhe illâ hu” mukallitlerin tevhîdi;
Her şeyin O’nun ile var olduğu “ben, sen, O” üçlemesi içeren olanların tevhidi.
O’nunla var olan “ben”, O’nun varlığıyla var olan benim dışındakiler “sen”, O’nun varlığı “O”. Yani “O” ve “ben, sen” şeklinde O’nun var ettikleri…
“Lâ ilâhe illâ ente” âriflerin tevhîdi;
Senin varlığınla var olan “ben” ve dışımda sandıklarımın hakikatı olan “SEN”. Dışımdakileri O’ndan görmekten kurtulup, “SEN” olarak gören, ama “ben”i hala ondan/senden olarak algılatan tevhid. Hala O’ndan/SEN’den de var olsa da O’na/SANA rağmen bir “ben” varlık anlayışı ile oluşan tevhid.
“lâ ilâhe illâ ene” Allah’ın tevhîdi olduğunu söylemiştir.
Sadece “BEN” makamı. Bundan oluşmuş, yaratılmış, “ben, sen, o…” anlayışı yok. Sırf teklik, birlik, tevhid makamı. Herşeyi “BEN” olarak görmek, yaratılmışlık görmemek. Sırf “BEN” makamı. Tüm ikilemlerin yok olduğu makam. Çokluk içinde olduğumuzu sandığımız şu an dahi, herşeye rağmen, herşeyle birlikte, sırf “BEN” makamı. Her şey her an bu tevhidin içindedir.
Yorumsuz Blog'tan alıntılanmıştır..
09.06.2009
Mürşit gereklimidir?
Tasavvuf baştan sona şeyhlerle doludur.
Üveysileri saymazsak her ekolde şeyh vardır ve zorunludur.
Şeyh dediğimiz Şems’tir, Mevlana’dır, Geylani’dir, Taptuk’tur, Hacı Bektaş’tır, Arabi’dir…
Hangisi şeyh değil ki?
Her biri hem şeyhlik yapmış,
hem de mutlaka bir şeyhe intisap etmiş.
Ve burada tasavvuf diye konuştuğumuz
biraz da bu şeyhlerden miras bir ilimdir.
Elbetteki ilim Allah’ındır.
O kullarında ilmini izhar etmiş.
Onlarla bildirmiş, diyelim.
Mürşit konusunda kafası karışık arkadaşlar için şöyle bir naçiz önerim var:
Mürşitliğin ne olduğunu, ona buna değil,
bu şeyhlerin direk kendilerine sorun.
Mesela deyin ki:
“Ey Mevlana! Ne buldun Şems’te?
Mollalık neyine yetmedi?
Onca ilim biliyor, medresede ders veriyordun.
Neden Şems’e intisap ettin?”
Eminim ki Mevlana bir cevap verecektir.
Tabii rüyamıza gelip “bak oğlum, şöyle olmuştu…”
diye anlatmasını beklemeyip, eserlerine başvurmak lazımdır.
Mesnevi’ye, Fihi Mafih’e, vs.
Veya bir diğerine. Şeyhül Ekber Muhiddin Arabi’ye sormak lazım.
“Ey Şeyhlerin şeyhi! Bu şeyh meselesinin aslı nedir?
Sana da şeyh deniyor.
Neden?
Hele senin 360 tane şeyhin varmış!
Tam bir daire ediyor şeyhlerinin sayısı!
Bir hikmeti var mı? Tesadüf mü?”
Mutlaka bir cevap verir.
Amak-ı Hayal’de de vardır bunun cevabı.
“Ey RACİ! Ne buldun Aynalı’da?
Aynalısız yani aynasız hayalde gezilmez mi?”
diye sormak lazım…
Sonra, bulduğumuz cevap ya kafamıza yatar ya da yatmaz.
“Yok ben inanmadım bu şeyhlerin dediğine.
Olmaz böyle, günahtır, şirktir vs.” derseniz,
konuyu kapatırsınız ve kafanız da rahat eder.
Ya da “demek işin aslı buymuş.
Şimdi ikna oldum” dersiniz.
Allah’tan “hayırlı bir şeyh” istersiniz.
Şeyh öyle hemen yan mahallede bulunmayabiliyor.
Diyelim siz Bursa’da yaşıyorsunuz, şeyh Mardin’de çıkabilir.
Biraz çileli olabilir bu işler…
Karşınıza çıkan şeyhin halleri, yukarıda bahsedilen tasavvufun
“has” şeyhlerinin tariflerine uygun olursa,
siz yine de kalbinize danışın derim ben.
Daha doğrusu bu Resulullah Efendimizin (s.a.v.) tavsiyesidir:
“Kalbinize danışın.”
Özetle;
1) Tarihi şeyhlerden şeyhliğin ve intisabın aslı nedir?
diye araştırılır.
2) Aklımıza yatarsa Allah’a dua edilir.
3) Duamız kabul olur da karşımıza şeyhim diyen
bir zat çıkarsa,
bir haline, ilmine, ilmiyle amil olup olmadığına bakılır.
Etrafındaki insanların aklı selim olup olmadıkları vs. araştırılır.
4) Aklımız yine kesmezse, kalbimize danışılır.
5) Bütün araştırmalarımız ve kalbimiz
karşımızdakinin doğru insan olduğu mesajını verirse
Allah’a sığınır, o kişinin ilminden istifade ederiz.
6) Anormal bir durum görürsek, eyvallah der, uzaklaşırız.
Çok mesele edecek bir konu değil yani.
Biraz metodlu davranmak gerekiyor o kadar.
Hiçbiri olmazsa, tasavvufi eserlerden olabildiğince kendimiz istifade etmeye çalışır, öğrendiklerimizi hayatımıza uygulamaya gayret ederiz. Böyle bir çalışmanın,
yani kitap çalışmasının seyrü süluk etmek demek olmadığını bilerek…
Çok önceden medreselerde de tasavvuf eğitimi verilirmiş.
Başlangıçta medrese ve tekke bütünüyle birbirinden ayrı değilmiş.
Ama medreselerde seyri süluk yaptırılmazmış.
Çünkü medresede “hoca” olur, “şeyh” olmaz.
Aradaki fark anlayabildiğim kadarıyla budur.
Yani, kendimize şeyh bulamazsak,
kendimize hocalık ederiz, olur biter…
(Yorumsuz blog, ''Kovan'' rumuzlu Okur'dan alıntılanmıştır).
Üveysileri saymazsak her ekolde şeyh vardır ve zorunludur.
Şeyh dediğimiz Şems’tir, Mevlana’dır, Geylani’dir, Taptuk’tur, Hacı Bektaş’tır, Arabi’dir…
Hangisi şeyh değil ki?
Her biri hem şeyhlik yapmış,
hem de mutlaka bir şeyhe intisap etmiş.
Ve burada tasavvuf diye konuştuğumuz
biraz da bu şeyhlerden miras bir ilimdir.
Elbetteki ilim Allah’ındır.
O kullarında ilmini izhar etmiş.
Onlarla bildirmiş, diyelim.
Mürşit konusunda kafası karışık arkadaşlar için şöyle bir naçiz önerim var:
Mürşitliğin ne olduğunu, ona buna değil,
bu şeyhlerin direk kendilerine sorun.
Mesela deyin ki:
“Ey Mevlana! Ne buldun Şems’te?
Mollalık neyine yetmedi?
Onca ilim biliyor, medresede ders veriyordun.
Neden Şems’e intisap ettin?”
Eminim ki Mevlana bir cevap verecektir.
Tabii rüyamıza gelip “bak oğlum, şöyle olmuştu…”
diye anlatmasını beklemeyip, eserlerine başvurmak lazımdır.
Mesnevi’ye, Fihi Mafih’e, vs.
Veya bir diğerine. Şeyhül Ekber Muhiddin Arabi’ye sormak lazım.
“Ey Şeyhlerin şeyhi! Bu şeyh meselesinin aslı nedir?
Sana da şeyh deniyor.
Neden?
Hele senin 360 tane şeyhin varmış!
Tam bir daire ediyor şeyhlerinin sayısı!
Bir hikmeti var mı? Tesadüf mü?”
Mutlaka bir cevap verir.
Amak-ı Hayal’de de vardır bunun cevabı.
“Ey RACİ! Ne buldun Aynalı’da?
Aynalısız yani aynasız hayalde gezilmez mi?”
diye sormak lazım…
Sonra, bulduğumuz cevap ya kafamıza yatar ya da yatmaz.
“Yok ben inanmadım bu şeyhlerin dediğine.
Olmaz böyle, günahtır, şirktir vs.” derseniz,
konuyu kapatırsınız ve kafanız da rahat eder.
Ya da “demek işin aslı buymuş.
Şimdi ikna oldum” dersiniz.
Allah’tan “hayırlı bir şeyh” istersiniz.
Şeyh öyle hemen yan mahallede bulunmayabiliyor.
Diyelim siz Bursa’da yaşıyorsunuz, şeyh Mardin’de çıkabilir.
Biraz çileli olabilir bu işler…
Karşınıza çıkan şeyhin halleri, yukarıda bahsedilen tasavvufun
“has” şeyhlerinin tariflerine uygun olursa,
siz yine de kalbinize danışın derim ben.
Daha doğrusu bu Resulullah Efendimizin (s.a.v.) tavsiyesidir:
“Kalbinize danışın.”
Özetle;
1) Tarihi şeyhlerden şeyhliğin ve intisabın aslı nedir?
diye araştırılır.
2) Aklımıza yatarsa Allah’a dua edilir.
3) Duamız kabul olur da karşımıza şeyhim diyen
bir zat çıkarsa,
bir haline, ilmine, ilmiyle amil olup olmadığına bakılır.
Etrafındaki insanların aklı selim olup olmadıkları vs. araştırılır.
4) Aklımız yine kesmezse, kalbimize danışılır.
5) Bütün araştırmalarımız ve kalbimiz
karşımızdakinin doğru insan olduğu mesajını verirse
Allah’a sığınır, o kişinin ilminden istifade ederiz.
6) Anormal bir durum görürsek, eyvallah der, uzaklaşırız.
Çok mesele edecek bir konu değil yani.
Biraz metodlu davranmak gerekiyor o kadar.
Hiçbiri olmazsa, tasavvufi eserlerden olabildiğince kendimiz istifade etmeye çalışır, öğrendiklerimizi hayatımıza uygulamaya gayret ederiz. Böyle bir çalışmanın,
yani kitap çalışmasının seyrü süluk etmek demek olmadığını bilerek…
Çok önceden medreselerde de tasavvuf eğitimi verilirmiş.
Başlangıçta medrese ve tekke bütünüyle birbirinden ayrı değilmiş.
Ama medreselerde seyri süluk yaptırılmazmış.
Çünkü medresede “hoca” olur, “şeyh” olmaz.
Aradaki fark anlayabildiğim kadarıyla budur.
Yani, kendimize şeyh bulamazsak,
kendimize hocalık ederiz, olur biter…
(Yorumsuz blog, ''Kovan'' rumuzlu Okur'dan alıntılanmıştır).
06.06.2009
Biz 1
KUR'ANDAKİ ÂYETLERDE AÇIK OLARAK GEÇEN "'B İ Z"' İSMİ
* AÇIK, ANLAŞILIR OLARAK
KUR'ANDA 78 SÛRE 565 ÂYETTE "'BİZ"' '"NAH NU"' İSMİ GEÇİYOR !
* Geri kalan 36 sûrede ise gizli ve RABB'i anlatımla kelimelerde saklanmış çoğul olarak
"'BİZ'" geçiyor (NA).
BEN DİYE KONUŞAN :
ALLAH, RAHMAN, HAKK, RAB
BİZ DİYE KONUŞANLAR :
"'NAHNU'"
HAKERENLER
EBCED İLMİNDE :
'"NAH NU"' (BİZ) = 108 = HAKK
CUNDENA (ORDULARIMIZ) =108 = '"MİZAN"'
(Kıyâmet terâzisi) sayısal değerlerine çıkar.
KUR'AN'A GÖRE, HAKEREN'LER BUNDAN
ESKİ EVRELERDE ERMİŞ OLAN '"ESKİLER"'dir.
**********************************************
İZMİR, 26.04.2002
ULUSUMUZA ŞİMDİYE KADAR AÇIKLANAMAYAN
BU GERÇEĞİ SUNMAKTAN ONUR DUYARIZ.
Saygılarımızla,
C.H.S.
http://www.ondokuz.gen.tr/
* AÇIK, ANLAŞILIR OLARAK
KUR'ANDA 78 SÛRE 565 ÂYETTE "'BİZ"' '"NAH NU"' İSMİ GEÇİYOR !
* Geri kalan 36 sûrede ise gizli ve RABB'i anlatımla kelimelerde saklanmış çoğul olarak
"'BİZ'" geçiyor (NA).
BEN DİYE KONUŞAN :
ALLAH, RAHMAN, HAKK, RAB
BİZ DİYE KONUŞANLAR :
"'NAHNU'"
HAKERENLER
EBCED İLMİNDE :
'"NAH NU"' (BİZ) = 108 = HAKK
CUNDENA (ORDULARIMIZ) =108 = '"MİZAN"'
(Kıyâmet terâzisi) sayısal değerlerine çıkar.
KUR'AN'A GÖRE, HAKEREN'LER BUNDAN
ESKİ EVRELERDE ERMİŞ OLAN '"ESKİLER"'dir.
**********************************************
İZMİR, 26.04.2002
ULUSUMUZA ŞİMDİYE KADAR AÇIKLANAMAYAN
BU GERÇEĞİ SUNMAKTAN ONUR DUYARIZ.
Saygılarımızla,
C.H.S.
http://www.ondokuz.gen.tr/
01.06.2009
Klonen im Koran
In den Versuchen von einem geklonten Tier mehrere Klontiere zu erzeugen (2. Klongeneration), wurden aus den Ohren Zellen entnommen
(Im japanischen Institut Kagosima & bei der Vitoria-Kuh in Brasilien)
und versucht sie zu kopieren/klonen.
In den ersten Versuchen wurden die Ohren abgeschnitten,
Zellen entnommen und anschliessend geklont.
"Und er sprach (Satan): "Wahrlich, ich will einen bestimmten Teil Deiner Diener nehmen Und sie in die Irre führen und sie lüstern machen und ihnen befehlen,
dass sie den Tieren die Ohren aufschlitzen:
und ihnen befehlen,
die Schöpfung Allahs zu verändern."
Und wer sich Satan zum Beschützer nimmt und Allah verwirft, der ist offenbar verloren"
4-Die Frauen 118+119
Ausser denjenigen, die die Ohren abgeschnitten haben, versuchten auch einige, in die Gesetze der Erschaffung einzudringen bzw. zu verändern.
Also kann man sagen, da vor 1400 Jahren keine Genetikwissenschaft betrieben wurde,
dass dieser Vers eine wundersame Aussage vom Qoran ist.
Bei einigen Klonungen wurden aus den Brüsten Zellen entnommen,
doch die Zellen der 2. Klongeneration wurde aus den Ohren entnommen.
(Im japanischen Institut Kagosima & bei der Vitoria-Kuh in Brasilien)
Quelle: http://www.kuranca.com/
Abonnieren
Posts (Atom)